You are currently viewing BAŞTAN SUÇLU

BAŞTAN SUÇLU

15 yıl öncesine kadar mutlu bir aile tablosunun küçük tatlı bir kızıydım. Maddi durumumuz pek iyi olmasa da her günümüz neşeli, mutlu ve huzurlu geçerdi. Ailemin 2 çocuğundan biriydim. Bir de abim vardı. Benimle sürekli ilgilenir, koruyup kollar dışarıya çıktığımızda elimi hiç bırakmazdı. Gözümde, babamdan sonra en büyük kahramanımdı. Her daim yanımda olduklarından dolayı hiç korkmazdım.

Meraklı ve deneyci bir kişiliğim olmasından ötürü altını üstüne getirmediğim hiçbir eşyamız kalmamıştı evimizde. Bunun içerisinde ne var, bunu neyle tutturmuşlar diye elimin değmediği ve dağıtmadığım pek az eşyamız vardı. Babam benden çok yakınsa da merakımı dindiremiyor her seferinde kendimi bir şeyleri dağıtmış bir şekilde buluyordum. Ateş ile ilk karşılaşmam da beni bu kadar büyüleyebilecek hiçbir şeyin olmayacağını düşünüyordum. Üstelik ısıtıyordu da. Kendimi bildim bile soğuktan nefret ederdim. Üşümek istemezdim hiç. Bu yüzden ateş ile ilk tanıştığımda hem rengi hem de sıcaklığı beni büyülerdi. Yandıkça o sarı dalgalanması, çıkan dumanının dansı beni daha küçük yaşta hayallere daldırıyordu. Kendimi zihnimde ateşler prensesi yapıyor mutlu oluyordum.

Babamdan ve abim den sürekli bana kibrit getirmelerini istiyordum. Bir zaman sonra mum ile tanıştım. Beyazdı ve kibritten daha uzun süre yanıyordu. Daha başka ne isteyebilirdim ki. Babam artık bizi bir gün yakacaksın bu ateş sevdanla bilesin diye şaka yapmıştı. Tabi ki gülüp geçmiştim. Küçüktüm daha ne dediğinin ciddiyetini bile anlayamamıştım. O yandıkça parıldıyor, parıldadıkça ben daha çok mutlu oluyor gözlerim kamaşıyordu.

Ancak o parıldamanın günün birinde kaderimi değiştireceği hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu.

Düşünememiştim.

Bir akşam yine şen şakrak gülüp eğlendikten sonra herkesin uykusu gelmiş ve yataklarımıza geçmiştik. Ben günlük eğlencemi ve mutluluğumu yaşamadan yatmak istememiştim. Herkes uyuduktan sonra bir tane mum alıp yakmıştım ve yatağımın karşısındaki pencereye koymuştum. Onu yatağımdan öyle izlerken gözlerim ağırlaşmış ve uykuya dalmıştım.

İşte bu, benim son mutlu gecemdi.

Öksürmeye başlamıştım.

Gözlerimi açtığımda kaldığımız oda dumanlar içerisindeydi. Dumanların arkasında parıldayan ateşin sarı ışığını görüyordum her yerde. Öylece bakakalmıştım. O anda babam uyanmıştı. Korkulu gözlerle bana bakıp koşarak beni ve abimi aldı ve dışarıya çıkardı.

Annem hala uyanmamıştı. Babam son kez annem için eve girecekken bir patlama sesi kulaklarımı sağır etmişti. Evimizin duvarları çökmüş ve daha şiddetli yanıyordu. Babamın şu dediği aklıma gelmişti evde yanan kibrit ile gezerken. “Tüpe yaklaştırma sakın kızım, bu tüpün içinde gaz var ve patlarsa evimiz mahvolur.” Demek böyle bir şeydi patlama. Bu tecrübeyi kazanmanın bedeli benim için çok ağır olmuştu. Elimden hiçbir şey gelmiyordu. Babamın yanına koşarak gittim ve neden bir şeyler yapmıyor diye gözlerinin içine bakıyordum. Dizlerinin üstüne çökmüş yanan evimize göz yaşları ile bakıyordu. Babama, annemi gidip neden getirmediğini sordum korkulu gözlerle…

Ve ilk kez bana nefretle bakan, tüylerimi diken diken yapan bir bakışla karşılaşmıştım. Bir yandan korku bir yandan da üzüntümden gözlerim dolmaya başlamıştı babamın nefret dolu bakışları ardında…

O günden sonra Ateş benim en kötü düşmanım ve korkulu rüyam olmuştu. Gördüğüm en ufak bir ateşten bile korkar, kaçar olmuştum.

Artık ateşi, sıcağı değil soğuğu istiyordum.

Ateşi deliler gibi sevip soğuktan nefret eden ben, günün birinde ateşten nefret edip soğuğu daha soğuğu isteyen birisine dönüşmüştüm.

Suçlu olduğumu biliyordum. Bu yüzden kendimi affedemiyordum. Dışarda uyuduğumuz ve sayamadığım onlarca gece ve o ıssız gecelerin soğuğu beni şiddetle cezalandırıyordu. Ama şikayet etmiyordum, edemiyordum…

Beni en çok üzen ise babam ve abimin bu cezaya ortak olmalarıydı. Geceleri kendi üşümem değil de onların üşüdüğünü görmem beni o soğuk geceler de gözyaşlarına boğuyordu…

Aradan 5 yıl geçmişti. Babam ve abim güzel bir iş bulmuşlardı ve geçimimiz sağlanıyordu. Maddi olarak yoksulluğumuz eskide kalmış olsa da o günün etkileri hepimiz için hala tazeydi. Babam ve abim bana ne yüz veriyor ne de konuşuyorlardı. O eskiden mutlu neşeli yüzleri silinmiş ve yerine nefretle bakan, soğuk ve acımasız bakışlar gelmişti. O günden bu yana aynı masada yemek bile yiyememiştim onlarla. Ne kadar şikayet edemesem de o mutlu olduğumuz zamanlardaki yüzlerini arıyordum hep. Aldığımız evde bile artık yabancılaşıyor, yalnızlaşıyordum her geçen gün. Her gece gözyaşlarıyla uyuyordum unutamıyordum.

Sadece ihtiyaçlarım karşılanıyor ve ev işleri yapıyordum. Arada bir de dışarı çıkıyordum.

Bir gün sahil kenarına inmiştim. Denizi seyretmenin dalga seslerini dinlemenin insanı rahatlattığını duymuştum. Sahil boyunca yavaşça yürüyordum yere bakarak ve hala suçluluğumu kendime affettiremiyordum. Hatırladıkça gözlerim doluyor ağlıyordum. Her gün acı çekiyordum. Bir bank bulup oturdum ve denizi seyretmeye başladım.

Çok geçmeden elleri cebinde yeri seyrederek yürüyen yaşıtlarımda bir erkek oturmuş olduğum bankın yanına kadar gelmişti. Gözlerimi ona çevirmiştim ve o da bana bakıyordu. Sakince oturup oturamayacağını sordu bana. Muhtemelen diğer bankların hepsi dolu olduğu için buraya gelmişti. Hiçbir şey demeden kenara kaydım sadece. Usulca oturdu yanıma. Ben yine hayatımı mahveden o anıların arasında savrulacakken, “Neden bunu yapıyorsun? ” diye soru yöneltti bana yanıma oturan çocuk. Anlam verememiştim. Bana mı demişti ? Kendisiyle mi konuşuyordu ? Ben bu soruları düşünürken ” Neden bunu yapmaya devam ediyorsun? ” diye sordu. Hala ona bakıyordum ama o bana henüz başını çevirmemişti. Birkaç saniye sonra başını çevirdi ve gözlerime baktı. “Evet sana söylüyorum” diyerek yineledi. Ne yapıyordum ki ? diye cevap verdim kendisine.

Konuşmasına devam etti.

Başını ilk çevirdiğinde gözlerin dikkatimi çekti. Her şeyi anlattılar bana. Ağlamışsın. Hem de fazlasıyla, gecelerinden edecek kadar. Gözler her şeyi anlatır insana, yalanı da doğruyu da…

Çok yalancı insan gözleri gördüm. Bundan dolayı samimi insan gözlerini görünce fark edebiliyorum temizliğini, saflığını, acısını, kuşkusunu, yaşadıklarını kısacası duygularını. Ruhu alenen yansıtan aynadır gözler.

Ancak senin gözlerin hepsinden farklıydı. Gözlerinde yılların acısını gördüm. Yıpranmışlığı ve yorgunluğu gördüm. Samimiyeti gördüm. Bir insan bu denli uzun süre ağlıyor ve bunları kendine yaşatıyorsa bunun bence en büyük açıklaması bir şeyin suçluluğunu atlatamadığı içindir. Kabullenemediği içindir.

Bilerek suç işleyen, ruhu kirlenmiş, gönlü temiz olmayan kimse kendisini bu kadar ağlatacak şekilde değer vermez kafaya takmaz kimseye, hiçbir şeye… Genel olarak da ağlamazlar, ağlamayı bilmezler…

Ağlamaya çalışsa da bir ihtimal kaçırmaya çalışır gözlerini, samimiyetsiz duygularını fark etmemen için…

Ama sen bunu yapmadın. Kaçırmadın gözlerini. Gizlemedin ruhundaki hissettiklerini. Çekinmedin. Bu, bir yerde artık yorulmuşluğun belirtisi bir yerde de doğruluğun, özetle samimiyetin, kalbi temizliğin, suçsuzluğun sembolüdür… Kişi ne söylerse söylesin ne yaşarsa yaşasın ne suç işlerse işlesin…

Şimdi…

Neden hala kendine bunu yaşatıyorsun…?”

Dedi ve gözlerimin içine bakmaya devam etti.

Şaşkınlığımı atamamıştım.

Yaşadığım berbat yılları sadece gözlerime bakarak önüme sermişti. Bu kadar belli oluyor muydu ?

Gözlerim yeniden dolmuştu. Bir şey diyememiştim. Suçsuzdum belki de çocuktum ama suçluydum.

Cebinden bir şey çıkartıp bana doğru uzattı. Bir kutu. Ne olduğunu ilk başta anlayamadım ama göz yaşlarımı silince fark ettim. İçindeki bir kolyeydi.

Kolyeyi elime bırakınca şu sözler döküldü ağzından.

“Bu hayatımda en çok değer verdiğim kişiye aitti. Anneme…

Onun gibi temiz bir kalbin var. Daha da üzme onu”

Bunları dedikten sonra geriden birisi EREM diye seslendi olduğum yere doğru. Yanımdaki çocukta başını çevirip “Geliyorum” diye cevap verdi. Sonra tekrar bana döndü ve sadece gülümsedi.. Ardından kalkıp onu çağıranın yanına doğru yürümeye başladı.

Onu arkasından izlerken aklımdan geçirmeden edemediğim şeyler vardı. Bana ilk kez böyle gülümseyen biri olmuştu. Değerli hissetmiştim. Söyledikleri beni derinden etkilemişti. Onca zaman sonra ilk defa kısmen de olsa mutlu olmuştum. Ama içimde bir şeyler vardı.

Gözleri…

Gülümserken gerçekten gülümsemedi gözleri. Gerçekten gülümseyemedi…

Anlıyordum.

O da yerle bir olmuştu yaşadıklarından değil mi?

Bu yüzden beni mutlu etmek için gülümsedi sadece ama kalbi gülümseyemedi…

O günden sonra onu, EREM’i daha da orda göremedim. Her gün aynı saatte oraya gidiyordum tekrar gelir diye. Ama gelmedi. Bu haftalarca böyle devam etti ama onu tekrar göremedim.

Aradan 10 yıl geçmişti.

Babam ve abimle geçirdiğim o 10 yıl daha benden asırlar almıştı. Dile kolay o 10 yılın eziyeti, bende bıraktıkları katlanılacak cinsten değildi. O ilk zamanlar nefret ettiğim soğuk ile dost olmuştum artık. Tıpkı kalbim gibi… Beni soğuğa alıştırmışlardı…

Sıcak olan sarı olan her şeyden nefret ediyordum, korkuyordum. Bu yüzden hep soğukta kalır, geceleri soğuk havalar da dışarda olurdum. O kabullenemediğim suçluluğumun bir nebze kendime cezası olarak.

Arada bir o banka gider, o konuştuğumuz günü aklıma getirir ve yine geleceğinin hayaliyle beklerdim yıllar da geçse de. Geleceği ümidiyle yine de beklerdim. Bir süre sonra artık yaşama isteğimi kaybediyordum. Beni bir tek değerli hissettiren bir nebze de olsa mutluluğu yaşatan kişide yoktu artık. Hayattan kopuyordum. Babam ve abim, onlarda gün geçtikçe bana olan nefretleri artıyordu fark edebiliyordum Gözlerinden…

Bir gün babam ile abim geziye gideceğimiz ile ilgili konuşuyorlardı.

Şaşırmıştım. Abim yanıma gelip yarına hazırlanmamı, biraz kafa dağıtmamız gerektiğini söylemişti. Gerçekten çok şaşırmıştım. Çokta mutlu olmuştum. Sabırsızlıkla yarın olmasını beklerken artık düzelmeye mi başlıyor yoksa diye heyecandan duramıyordum.

Sabah olmuştu. Abim hazır olup olmadığımı kontrol etmek için odama gelmişti.

Geceden hazırdım…

Yeşil güzel elbisemi giyip önceden arabamıza doğru koştum ve bindik. Heyecanımı dizginleyemiyordum çok mutluydum. Nereye gittiğimizi sorduğumda babama sürpriz olduğunu söylemişti. Gittikçe heyecanlanıyordum. Bir süre sonra yükseklere çıkmaya başladık. Bir anda hava soğumaya başladı ve biraz daha ilerde karla kaplı yollar karşımıza çıktı. Yine de gitmeye devam etmiştik.

Fırtına başlamıştı. Önümüzü göremiyordum, nereye gittiğimiz konusunda herhangi bir şey de söylemiyorlardı. Anlam veremiyordum neden buraya geldiğimize. Belki de bir dağ evi vardı ve oraya gidiyorduk. Kar fırtınası yerini tipiye bırakmıştı ve aracımızı ciddi anlamda sarsıyordu. Biraz ilerde bir adamın yanından geçtik. Bu fırtınada kim yaşar ki burada…

Bir tepeye geldikten sonra babam aracı durdurdu ve indir onu dedi abime beni göstererek. Yine gözlerinde nefret dolu bakışlar vardı.

Kanım donmuştu. Beni burada bırakıp gideceklerdi. Onlara yalvarıyordum ağlıyordum bağırıyordum elimden ne geliyorsa yapmaya çalışıyordum bir başıma. Ama umursamıyorlardı..

Ne düşüncelerle geldiğim yerde belki de son kez hayal kırıklığına uğruyordum artık.

Abim arabadan inip kapıma yöneldiğinde babamın söylediği o cümleler aklıma kazınan son sözleriydi.

Seni çok arzuladığın o soğuk ile baş başa bırakıyorum…

Öz be öz kendi abim ve babam beni burada ölüme terk ediyordu.

Artık pek bir şey hissetmiyordum. Bana ne yapacakları da o sözden itibaren önemini yitirmişti. Abim arabadan beni indirdikten sonra beni uçurumun kenarına getirmişti. Aşağıda dallar, dikenler ve ağaçlar vardı. Buradan düştükten sonra kimsenin beni bulma ihtimali yoktu. Sona gelmiştim artık.

Tek bir hareketle hiç çekinmeden beni aşağıya itmişti öz abim. Yuvarlanmaya başlamıştım hem o dondurucu kar fırtınasında hem de diken ve ağaçlar arasında…

Duramıyordum, hızla aşağıya doğru yuvarlanıyordum ki bir ağaca önüme çıkıp ona tutunana kadar. İki elimle tutunmuştum ağaca ancak çok hırpalanmıştım. Elbisem dikenlerden dolayı paramparça olmuştu ve artık yolun sonuna gelmiştim belli ki. Kar fırtınasının etkisiyle ellerimi hissetmemeye başladım bir süre sonra. Vücudum da uyuşmaya başlamıştı ve soğuktan titremem azalmıştı. Bir süre sonra bir elimi bıraktım. Tutunamıyordum artık. Bilincimi kaybetmek üzereydim…

Gözlerim kapanmaya başlıyordu. Artık ne olacaksa olsun deyip diğer elimi de bırakacaktım. Dediğim gibi bana ne olacağı umurum da bile değildi.

Bekle anne, katil kızın yanına geliyor…

Gözlerim kararmadan evvel son gördüğüm yukardan birisinin aşağıya doğru geldiğiydi. Bu nasıl olabilirdi? Beni abim almaya mı gelmişti? Pişman mı olmuşlardı…?

Gözlerimi açtığımda sıcak bir evde yatakta yatıyordum. Çok yorgundum ve tüm vücudum uyuşmuş gibiydi. Başımı soluma çevirdiğimde sol elimin üstüne başını koymuş olan birisini gördüm. Gözyaşı döküyordu…

Ne olmuştu böyle neden ağlıyordu…

EREM’ in söylediği söz aklıma gelmişti o an. Göz yaşlarını gizlemiyorsa bir insan saf ve temizdir…

Bir süre sonra uykuya daldı. Uyandırmak, rahatsız etmek istemedim onu.

Belliydi..

Beni kurtaran kişi oydu. Pencereye çevirdim başımı ve dışardaki fırtınayı izlemeye başladım. Bir yandan aklımdan bana yapılanları düşünürken bir yandan hak ettiğimi düşünüyordum. Ben bir katildim çünkü.

Bir iki saat geçtikten sonra başını elime koymuş adamın yüzüne bakmaya başladım. Tam o anda da gözlerini açmıştı.

Bana öylece bakıyordu. Ona ilk yönelttiğim soru en merak ettiğim soruydu.

Neden ağlıyordun.

Cevap vermemişti bana. Bir süre sonra gözleri yine dolmuştu. Şaşkınlığımı gizleyemiyordum.

Başını kaldırdı ve bana nasıl olduğumu sordu. Benim adıma üzüldüğünü fark edebiliyordum. Başımı sallayıverdim sadece iyi diye.

Neden beni uyandırmadın? ” sorusunu sordu soğuk bir şekilde.

Uyandırmak istemediğimi, göz yaşı döktüğünü ve duygularını yaşamasına engel olmak istemediğimi söyledim.

Bana yine garip bir şekilde bakıyordu. Gözleriyle dikkatlice gözlerime bakıyordu. Bakışları normale döndükten sonra;

Aç mısın?” diye sordu.

Başımı hayır şeklinde salladım. Şu durumda yemek düşünecek durumum yoktu. Yerle bir olmuştum…

Daha sonrasından beklemediğim bir cevap ile karşılaşmıştım.

Berbat bir yalancısın…

Şaşırmıştım ve hiçbir şey söyleyememiştim. Sadece bakabiliyordum.

Ardından onun değerli bir misafiri olduğumu ve her halükarda yemek yiyeceğimi söylemişti bana.

Yine duygulanmıştım… En ufak tatlı sözde mutlu hissediyordum ister istemez. Yanımdan kalkmıştı ve bir şeyler hazırlamak için dolaba yönelmişti. Bende zar zor ayağa kalkıp dışarıyı net gören bir pencerenin yanına gitmiştim.

Burada olmamalıydım. Burayı, bu evi, bu iyiliği hak etmiyordum. Yaşamaya bile hakkım yoktu artık. Babam ve abimi suçlamıyordum bile…

Bir süre sonra yanıma geldi ve yemeğin hazır olduğunu söyledi. Bana masaya kadar eşlik edip oturmama yardım etti. Böyle nazik davranışlara alışkın değildim ve bana olan iyi davranışlarından dolayı mahcup oluyordum.

Yemek yemek istemiyordum, iştah adına en ufak bir hissim bile yoktu. Öylece tabağa bakıyordum.

Peki o neden yemiyordu. Aklımdan bu sorunun geçmesiyle ona sormam bir olmuştu.

Misafir başlamadan başlamadıklarını ve bunun adetten olduğunu söylemişti. Daha da mahcup olmamak için kendimi yemeye zorlamıştım ama yapamadım. Ellerimde hiç güç kalmamıştı. Bir kaç kez denememe rağmen kaşığı tutamamıştım bile. Bir süre sonra pes etmiştim. Bu halimi gördükten sonra yanıma geldi ve oturdu.

Hiç beklemediğim bir şey daha söylemişti.

Özür dilerim, düşüncesizliğimi affet, ben yardımcı olurum…

Dedi ve yemeği kaşığa alıp bana uzattı. Duygularıma hakim olamamıştım artık. Ağlamaya başlamıştım ve ardından ona sarılmıştım. Ardından şu cümleler dökülmüştü ağzımdan,

Hiç tanımadığın birini oradan kurtardın, üstünü örttün, evinde ağırladın, kendisine gelebilmesi için elinden geleni yaptın yetmedi, o hiç tanımadığın kişi için göz yaşı döktün. Şimdi de kendi ellerinle yemek veriyorsun. NEDEN???. Bunu hak etmek için ne yaptım? ”

Cevap verememişti, o da sarılmıştı bana ve o da ağlamaya başlamıştı. Acımı paylaşırcasına beraber ağlıyorduk onunla.

Bir süre sonra gözlerime yeniden bakarak bana ismimi somuştu.

Bana annemin koyduğu o ismi söyledim ona.

KARDELEN…

Bir süre sonra beni yatağıma kadar götürmüştü ve kendisi de koltuğun kenarına yatmıştı. Bana yaptığı bu iyiliği ve güzelliği unutmayacaktım. Ancak burada kalamazdım. Sabah o uyanmadan buradan çıkıp gitmem gerekiyordu. Burayı hak etmiyordum.

Sabah olmuştu ve pek uyuyamamıştım. Yorgundum ancak kalkıp gitmek zorundaydım.

Dışarıya çıktım ve kapıyı üstüne kapattım. Şiddetli bir fırtına vardı. Bir önemi yoktu bu fırtınanın, her halükarda sonu aynı bitecekti. Ayak izleri vardı yerde. Muhtemelen beni getirdiği yolun izleriydi. O izleri takip ettim ve beni, babamın bıraktığı yere kadar götürmüştü. İşte benim olmam gereken yer burasıydı. Sadece bu uçurumu hak ediyordum ben. Tekrar ağlamaya başlamıştım.

Bir süre sonra gözlerimi kapattım. Kollarımı açtım ve uçurumun başında kendimi boşluğa bıraktım. Ancak daha uçurumdan yuvarlanmadan birisi elimden tutup beni kendine çekti ve birlikte diğer tarafa doğru düşmüştük. Beni kendine çektikten sonra başımı göğsüne bastırmıştı ve öyle düşmüştük.

Başımı kaldırdığımda beni o uçurumdan kurtaran adamı görmüştüm. Ancak onu görür görmez ağlamaya başlamıştım. Başını taşa çarpmıştı ve çok kan kaybediyordu.

Tepki vermiyordu. Ayıltmaya uyandırmaya çalışıyordum ama tepki vermiyordu gittikçe daha çok korkuyordum. Diğer yandan bununda benim yüzümden olduğu için suçluluk hissim artıyordu. Benim yüzümden ölüyordu. Kendimi asla ama asla affetmeyecektim. Başımı göğsüne koymuştum ve göz yaşlarımı tutamıyordum. Onu kaldırıp eve götürmek için çabaladım ancak kollarımda gücüm kalmamıştı. Ağlamaktan başka bir şey yapamıyordum. Kabanı vardı sadece ve başına tutabiliyordum. Çaresiz kalmışken elini başımın üstüne koymuştu.

Yaşıyordu. O kadar çok mutlu olmuştum ki son gücümle onu kaldırmaya çalışmıştım. Kolunun altına girerek ona yardımcı olmaya çalışıyordum eve taşıyordum.

Onu taşırken bana;

Hiç rahat durmayacaksın değil mi? ” diye hafif baygın şekilde sorusunu sormuştu onu eve taşırken.

Onu iyileştireceğimi söylemekten başka bir şey diyememiştim.

Kapıya kadar gelmiştik ve onu kontrol etmek için yüzüne bakmıştım.

Nasıl hissediyorsun çok yorma kendini dedim gözlerinin içine bakarak.

Oda bana sadece gülümsemişti…

Bu gülümsemeyi hatırlıyordum…

Daha ilk günkü gibi hatırlıyordum.

Gözlerinin içine bakarak ona adını sordum

Aldığım cevapla başımdan kaynar sular dökülmüş, tüm dengem alt üst olmuştu.

O gün ki gülümsemenin aynısını yapmıştı ve halsiz bir şekilde;

Benim adım EREM, uzun zaman oldu KARDELEN… Demek o günkü kız sendin. O gün gözlerinde hissettiklerimi burada seni görünce yeniden hissettim. Bu duyguları bana bir kez daha yaşatmıştın… Sana verdiğim o kolyeyi taktığını beni taşırken fark ettim. O gün dediğim gibi… o kolye, bu dünyada en çok değer verdiğim kişiye ait (SANA)…

İçeri girdikten sonra onu yatağına oturttum ve ilk yardım malzemeleri aramaya başladım korku ve telaşla. Çekmeceleri karıştırırken bazı malzemeler buldum ve EREM’in yanına koştum ve başını sarmaya çalıştım. Pek iyi gözükmüyordu. Göz kapakları yarım açık yarı baygın şekilde sadece bana bakıp gülümsüyordu. Bu beni daha çok korkutuyordu.

(Onca zaman dan sonra seni bulmuşken kaybedemem hayır.)

Başını sararken bir kez daha şoka girmeye başlamıştım…

Gözleri kapanmaya ve burnu kanamaya başlamıştı. Başını çarpmasından dolayı beyin kanaması geçiriyordu. Ve bir anda yatağa yığılmıştı…

EREM lütfen, artık yanındayım kendine gel lütfen…

Onu o bankta kaç yıl beklediğimi hatırlayamıyorum bile ama o gün bana söylediklerinin her bir kelimesi kalbime kazımıştım.

O gün bu gündür hala bana verdiğin o mutluluğu canlı tutuyorum kalbimde…

Başını sarmış ve yatağına yatırmıştım. Sadece uyuyordu. Tepki vermiyordu. 12 saattir başında onu takip ediyordum. Sonsuza dek de sürse yanı başında bekleyeceğim.

Seni bu kez ben asla bırakmayacağım EREM…

Ne olur aç gözlerini…

This Post Has 3 Comments

  1. Alihan

    Tek kelimeyle okuduğum en iyi hikayelerden biri, okurken resmen içine girdim. Gerçekten çok başarılıydı, eline sağlık. Lütfen devamı gelsin.

  2. Burda.Misafiriz

    İlginiz için çok teşekkür ederim. 😀

    Hikayede ki o ruhu aktarabildiysem ne mutlu bana…

    Devamı gelecek.

Bir yanıt yazın